Fotoğrafla ne yaptım? Ya o bana ne yaptı?

"(...)Başlarken, ne kendi hayatımla ne de fotoğrafla ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum, ama fotoğrafın yapabildikleri beni büyülüyordu. Fotoğraflarımın ancak soru sorabileceğini, yanıt ve saptama sunamayacağını, bir de fotoğrafa ‘benim’ diyebilmek için, görüntüdeki herşeyin benim düzenlememle yer alması gerektiğini düşünüyordum.

Çekingenliğimle bu düşüncem de birleşince, sokakta yabancıları çekmektense, tasarladığım mekanda, seçtiğim kişiyi çekerim diyordum. En yakınımdaki de kızkardeşim olduğu için, gönülsüzce de olsa, epeyi kahrımı çekti. (merak ederseniz, burada 1989 tarihli bir örnek çalışma var) Hemen sıkılıyordu. Neden kendini bu kadar kötü hissediyordu, bilmiyorum. “Öff abla!” sızlanmaları kulağımda yer etmiş. O da daha 16-17 yaşındaydı ve derdi çoktu sanırım. 1989’da Aylin üniversiteyi kazanıp istanbul’a gittikten sonra, çok tatlı bir arkadaşım (Deniz Olcaysü) uzun süre seve isteye modellik yaptı, tek olumsuzluk fazla güzel (ve fotoğrafın olası anlamından daha anlamlı) bir yüzünün olması, dikkatlerin fotoğrafa değil modele yönelmesi riskiydi. Benim fotoğrafla yapmak istediğim bir tür ‘ben’ diliyle bir şeyler söylemekti, Deniz ise ben olamayacak kadar asude bir yüzdü aslında ama, o fotoğraflar beni o zaman da, şimdi de mutlu etti. (bu döneme bir örnek de burada görülebilir) Bunun ardından gelen dönemde, önceden tasarlama ve kontrol etme isteğim zayıflamıştı, fotoğraflarda yüzlerin belirginliği de beni rahatsız etmeye başladı. Ne yapmak istediğime biraz yaklaştığımı hissettim bundan sonra, gözüm vizörde, elim deklanşördeyken içimdeki engellerin kalktığını, ömrümce biteviye ‘yap’ veya ‘yapma’ diyen seslerin sustuğunu... Söylemek istediğim, anlamak istediğim, görmek istediğim, göstermek istediğim hemen her şey için, bu dil benimdi. Dünyayla ilişkim nasıl olursa olsun, o verili anda, gerçekliğin içine, kalbine ışınlanmak ve hem içeri hem dışarı bakmak, ve ‘gerçek’ten yola çıkıp düşleri anlatmak (ya da tam tersi) mümkün gibiydi. Sanki kendi gövdem de Minolta’nın kara gövdesine sığıyormuş, dışarıya onun içinden bakıyormuşum gibi bir duyguyla, bu halin verdiği bir pervasızlık ve hareket serbestisi, her nasılsa utangaçlığımı bastırıyordu. Bir de, yüzlerin belirginliği rahatsız ediyordu dedim ya, evet, fotoğraf bakılırken başlayıp bitiyordu, zihnimizdeki süreçlere benzemeyen bir durgunluk ve bitmişlik haliydi bu. İçgüdüsel diyebileceğim bir istekle sanırım ilk nikah fotoğrafları serisinde yüzleri siyanürlemeye ve onları çevreleyen dış gerçeklikle aralarındaki hissedip anlatamadığım gerilimi bir şekilde ortaya çıkarmaya çalıştım. Yeri geldi dört negatifle baskı yaptım, maskelemeyle, fotomontajlarla uğraştım, siyah beyaz karanlık oda süreçlerinin yetmediği noktada, görsel tasarım işi yapıyor olmaktan gelen altyapıyı da kullanarak, 1994’ten başlayarak bilgisayarda sayısal ortamın tanıdığı özgürlüğün tadını çıkardım, fotoğrafa müdahale etmekte bir beis görmedim, keyif aldım. Karanlıkoda’yı ve hipo kokusunun özlesem de, giderek tüm çalışmalarımı sayısal ortamda sonuçlandırır oldum.

Bir de eklemek gerekir ki, İFOD’da, bir kavram üzerine çalıştığımız ‘Geleneksel Sergiler’ projesini hayata geçirdiğimiz dönemle, benim bir kavrama odaklandığım dönemin çakışması tesadüf değil. 94-99 yılları arası kotardığımız İnsan, Düşler, Uzak-Yakın, Yüzyüze ve Oyun sergilerinin her biri yaşamımda ve fotoğrafımda benim için önemli dönemeçlere karşılık geldi. 2000 yılında bu kez Yalçın’la ikimiz ‘Sıradan’ adlı sergimizi açtık, o sergide ‘Düşlediğim Bu Değildi’ ve ‘Özgür Olma Arzusu Tutunma İhtiyacına Karşı’ serilerine başlamıştım, her ikisini de ileriki dönemde, FOTOGEN’in (kupadan ziyade çağrılı bir sergi olarak önemsediğim ve üç kere çağrıldığım) Şinasi Barutçu Kupası için tamamladım. Bu yazının yazıldığı gün itibariyle son çalışmam olan ‘Yakınlıklar’ sergisinde yeralan ‘Şehir’ ve ‘Tabiat’ serileri, o sıralar başlamış olan yolculuğun ürünleri...

Fotoğrafla ilgilenmeye başladığımda, dünyadaki yerini arayan, yaşamın anlamını sorgulayan, hem gündelik hayatı ve çevresindeki insan ilişkilerini didik didik eleştiren, hem de kendi öfkesinden duyduğu suçluluk içinde boğulan, çekingen, tedirgin bir genç kızdım; kolayca sinirlenip hemencik utanca gömülüyordum. İşin özü, bu biçimiyle bu dünyada yaşamakta zorlanıyordum. Şimdi yaşım kırka üç var olmuşken, şunu söylemeliyim ki, fotoğraf, bunu değiştirmedi belki ama, beni o tahammül edemediğim dünyayla tuhaf bir biçimde birarada tuttu, hem aramızda bir bağ kurdu, hem de dışında kalıp ona bir mesafeden bakmayı, hayatla gözgöze gelebilmeyi öğretti. Onu seviyorum...”
(Bu metin 2006 senesinde -değerli hocam Mehmet Bayhan'ın editörü olduğu- yayınlanmamış bir grup kitabı çalışması için yazdığım daha uzun bir metinden alıntılanmıştır.)